Işık Üniversitesi öğretim görevlisi Okan Yılmaz ile Birhan Keskin şiirinde aşk ve beden üzerine konuştuk.
(8 Kasım 2021 tarihinde Açık Radyo'da Ben Buradan Okuyorum programında yayınlanmıştır)
Burcu Şahin: Birhan Keskin’in şiirini konuşmaya geçmeden evvel akademik dil ve senin tezin hakkında birkaç cümle sarf etmek istiyorum. Okan Yılmaz’ın akademik dile getirdiği başka bir ifade biçimi var. Önsöz okumak çoğu okur için her zaman keyifle gerçekleşmez hatta çoğu kez de atlanır, hele bu bir tez ise bir an evvel giriş bölümüne geçilmek istenir. Tez önsözleri üzerine bir çalışma yapılsa Okan’ın tezinin ön sözü ayrıca konuşulabilir gibi geliyor bana. Okan Yılmaz’ın şairliğini belki akademik metninde de tırnak içinde söyleyelim aşırıya kaçmadan yerleştirdiğini, sızdırdığını söyleyebiliriz. Birhan Keskin şiirine geçmeden evvelbu konuda bir bilinç yaratmak arzusu taşıyor musun yahut akademik dil üzerine bir şeyler söylemek ister misin diye sorarım.
Okan Yılmaz: Bu güzel sözlerin için teşekkür ederim Burcu. Evet, şu akademik dil, geniş zaman çekimi ve olabildiğince açık cümleler… Ben de oldukça şikayetçiyim bu dilden aslında ama kendi yazma üslûbum bu şikâyete bağlı olarak gelişmedi veya değişmedi. Kendiliğinden şiire yaklaşan bir dil çıktı ortaya, galiba ben zaten dünyaya şiirle baktığım için veya şiirin dilde daha üst bir alan olduğuna inandığım için. Tabii burada türcülük yapmıyorum, asla. Sadece bu dile inancım günlük dilden veya akademik dilden fazla olduğu için. Tabii burada senin “sızıntı” ifadeni bir emanet olarak alıyorum. “Sızmak” veya “sızıntı” dedin yanlış duymadıysam. Olduğu gibi göstermeden veya baştan aşağı bununla donatmadan ama yer yer sızdırarak, bir ihtimal olarak bu dili hissettirerek yazmayı seviyorum sanırım.
B.Ş.: İlk olarak benim de çalışma alanlarımdan olan kendilik meselesine girmek istiyorum. Sen şiiri, sanatı, sözü kendiliğin inşa edildiği alan olarak görüyorsun, belki hepimiz gibi. Kendiliğin inşası, toplumsal cinsiyet rollerinin üzerimize yıkıldığı bir coğrafya ve tarihin içinde ne kadar mümkün, bunlar elbette daima tartışılacak meseleler ve sen tezinin ön sözünde bir nevi bu durumun seni Kadın Yazısı’na gönderdiğini ifade ediyorsun. Bunun hakkında hem bir akademisyen hem şair hem de queer aktivist olarak nasıl bir bakış açısı geliştirdiğinden bahsedebilir misin?
O.Y.: Yani tabii mümkün değil, senin de saydığın sebeplerden ötürü, hatta biraz az saydın bana kalırsa, çirkin binaları ekleyelim, sabahtan akşama dinlediğimiz siyasetçileri, trafiği, holiganları, şahane aileleri ve bunların gündüz kuşağındaki maceralarını. Bunların hepsi erkek egemen göstergeler baktığında ve ayrı ayrı maruz kalıyoruz. Kendiliğimize açılan savaşların hepsi aslında bunlar, burada savunma mekanizması olarak devreye sanat giriyor tabii. Edebiyat özelinde düşündüğümüzde hani şu (Nurdan) Gürbilek’in dediği “erkek yazar kadın okur”u hatırlarsak, böyle anlarda kadının yazdığı zamanlara dönüyorum ben. Tabii burada şairlere/yazarlara erkek/kadın diye cinsiyet atamıyorum, bu düşünülmesin. Şairin kadını erkeği olmaz neticede, şair şairdir. Ama yazının kurulumu, imgelem, söylem… Tüm bunlar bir araya geldiğinde kadın yazısından yahut bir dişil yazıdan bahsetmeliyiz. Egemen olanın dışındaki her şeyi ve ona karşı duruşu da kapsadığı için bence çok farklı bir özgürlük alanı kadın yazısı ve her ihtimali içine alabiliyor. Gelecek feminizmle kesişen queerden yana olacak, dünyada uzun süredir tartışılıyor bu meseleler, Türkiye’de de birbirinden kıymetli onca araştırmacıyla hatrı sayılır bir külliyat oluşmuş durumda, umarım sanatta ve akademide dişil üretimi daha fazla konuşuruz.
“Birhan Keskin’in şiirinin bütününe baktığımızda, öznelerin zalim iktidarlar karşısındaki söylemlerini gördüğümüzde son derece dişil bir şiir, hatta kendisinden sonra gelen şairlere sütünü verebilecek dişillikte bir şiir bana kalırsa.”
B.Ş.: Çalışmanın başında Türkçe şiirde aşk ve bedene panoramik yaklaşıyorsun diyebiliriz ve meseleyi Divan geleneğinden alarak çağdaş şiire getiriyorsun. Genel itibariyle görünen, aşkın ve bedenin erkek egemen söylemin alanında kaldığı. Hatta İkinci Yeni şiirinde de nesneleştirilen bedenlerden bahsedildiğini söylüyorsun. Belki buna birkaç örnekle açıklık getirebilirsin ve ardından esas sormak istediğim, bunun kadın yazısında nasıl işlendiği ve Birhan Keskin şiirinde bu nasıl yer buluyor? Hatta şunu da eklemek gerekebilir; daha önce yapılmış bazı çalışmalarda eril dilin Birhan Keskin şiirinde de süregeldiği yazıldı. Senin çalışman ise bunun tersini söylüyor.
O.Y.: Divan şiirinde aslında kuralları belli bazı söylemler var. En nihayetinde bir “saray istiaresi”ne bağlıyor bunu Tanpınar. Mâşuk, yani sevgili çoğunlukla Allah, peygamber, padişah veya hükümdar… Ama ne olursa olsun hiyerarşide en üstte, onun karşısındaki âşık da bu iktidar ilişkisinde en alt tabakadan ona seslenen, onun kulu olan, kendisine yazıklanan bir konumda. Tabii bazı istisnalar var ama büyük resim değişmiyor. Tanzimat’la gelen yeni dönemde şairler öncelikle Divan şiiri referanslarını kullanıyorlar ve geleneksel âşık tipini devam ettiriyorlar. Servet-i Fünûn’da ise bedeni, dönemin de genel atmosferiyle birlikte, hastalık formlarıyla görüyoruz. Bu dönemde yer yer beden, cinselliği anlatmanın bir aracı olarak da kullanılıyor. Aşkın beden üzerindeki dönüştürücü etkisinin değiştiğinden, somut bir hâle geldiğinden bahsedebiliyoruz ama bu son derece yüzeysel. Erkek bedeni arzulayan, kadın bedeni ise arzulanan konumda. II. Meşrutiyet’te yine hastalık, savaş ve geçim derdi var.
Artık Yahya Kemallere Haşimlere gelindiğinde şöyle bir cümlesi var Cemal Süreya’nın: “Erotizm şiirimize gibi oluyor”. Bunun en belirgin hâlini biz Garipçilerin aşk şiirlerinde görüyoruz. Hakan Sazyek’in çalışmasına göre sadece Oktay Rifat’ın eşine yazdığı şiirler dışında kadın bedeni nesneleştiriliyor ve bazen cinsiyetçi söylemlerle ifade ediliyor. Bunların ardından Necip Fazıl’da, Nâzım Hikmet’te ve Cemal Süreya’da hatta genel anlamda II. Yeni’de bu erkek egemen söylemin zirveye ulaştığını, âşığın kendi bedenini değil, sevgili bedenini dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Bunun tam ters istikametteki seyri kadın yazısında var, keşke süre yeterli olsa, biraz daha örnekler üzerinden açabilsem ama sanırım bunu Birhan Keskin şiiriyle yapmak daha uygun olacak. Bu arada senin de sözünü ettiğin benim de özellikle giriş bölümünde değindiğim diğer bir çalışmada Birhan Keskin şiiri eril dilin üreticisi olarak gösteriliyor, evet, şimdi isim vermeye gerek yok ama. Belki şuradan kavrayabiliriz meseleyi, edebiyat neticede bir sosyal bilim ve sosyal bilim araştırmalarında alacağınız sonuç konuştuğunuz yahut konuşmayı tercih ettiğiniz alanlarla ilgilidir. Elbette sadece eril dille birlikte düşünebileceğiniz şiirleri örnek olarak seçerseniz Birhan Keskin’in şiiri eril bir şiirdir. Ama bütününe baktığımızda ve o öznelerin zalim iktidarlar karşısındaki söylemlerini gördüğümüzde son derece dişil bir şiir, hatta kendisinden sonra gelen şairlere sütünü verebilecek dişillikte bir şiir bana kalırsa.
B.Ş.: Çalışmanın biraz daha derinine inersek; Birhan Keskin şiirinde aşk ve bedeni iki başlıkta incelediğini görüyoruz. İlki birleşen, taşan, çoğalan beden diğeri eksilen, heba olan ve yok olan beden. Taşma ve çoğalmanın şiirleri, eksilme ve yok olmanın şiirleri hangileriydi ve nasıl bir anlam dizgesine yerleştiriyorsun?
O.Y.: Belki burada doğrudan çalışma ve inceleme yönteminden bahsedebilirim. Ben bu şiirleri okurken aşkı ve bedeni birbirinden ayrı iki mesele olarak almak istemedim, çünkü kendi okumam beni bu şiirlerde aşkın ve bedenin birbirini etkilediği fikrine yöneltti. Ben buradan okudum yani. Ama ilk çıkış her zaman aşkla ilgili oldu. Aşkın varlığı, sevgiliyle birlikte olma, ona kavuşma bazen öpüşme ve sevişme anları, bu ilk beden formu: yani birleşen, taşan, çoğalan beden. Bir de bunun tam tersindeki beden formu var: sevgilinin olmadığı, terk ettiği veya zulmettiği, dolayısıyla aşk acısının çekildiği form ki o da eksilen, heba olan, yok olan beden. Ben şiirleri okurken bu iki topluluğa dikkat ettim, tabii “Bu şiirde sadece şu beden var,” diyemem. Birhan Keskin’in şiirleri çok seslidir ve her türlü okumaya açıktır ama şiirlerin ağırlığı hangi merkezdeyse o gruba almayı tercih ettim açıkçası.
B.Ş.: Anladığım üzere aşk ve beden ikiliği ya da birbiri içine geçen bu iki kavram varlık ve yokluk anlam dizgesinde yer alıyor. Varlık ve yokluk düzleminden bakarken Birhan Keskin’in şiirlerini ekoeleştirel bir açıdan yakalayabilir miyiz? Birhan Keskin, tabiat bence “görsel, büyülü dünya” diyor. “Tabiatın dilini de merak edip şiire doğru gidiyorum” diyor. “Benim için fesleğenle insan arasında bir fark yok” diyor. “Tek hamurdanız, tabiat bende temaşa etme duygusu ile birlikte anılabilir” diyor. Senin çalışmanda aşk ve bedenin tezahürünü tabiata ait başka her şeyde de görebiliyor muyuz, aşk ve beden merkezinde doğanın dile yansımasını nasıl değerlendirebiliriz?
O.Y.: Şunu söyleyerek başlayayım bu soruya: Keskin’in aşk şiirlerindeki eylem sırası çoğunlukla aynı: Özne, ki çoğunlukla şairdir bu, daha doğrusu yazan biridir, bir sevgiliye âşık olur, aralarında bir ilişki gelişir ve en sonunda ayrılırlar. Bu şiirlerde ‘sevgi öznesi’ olan âşık, ‘sevgi nesnesi’ne, yani sevgiliye doğru sürekli bir akış hâlindedir. Ona doğru hareket ediyor, ona gitmek istiyor. Ben kuramsal çerçeveyi oluştururken bunu uzun uzun anlattım aslında, ama malum zamanımız kısıtlı. Bu akış hâli bazen salt sevgiyle gözlemleniyor, bazen de bununla birlikte tensel hazzı görüyoruz. Keskin’in âşık özneleri aşkın varlığı ile dolup taşıyorlar, yaşam gücü buluyorlar ve bedenleri aşktan önceki bedenlerinden farklı biçimlere dönüşüyor. Bu dönüşümler birleşme, taşma, çoğalma merkezli ve bunun anlatımı için tabiat unsurlarına da sıklıkla başvurulduğunu görüyoruz. Su, deniz, dalga, nar, kuğu… O meşhur şiiri hatırlarsın, “dürtme içimdeki narı” derken apaçık bir şekilde aşkı, şehveti, birleşmeyi, hareketliliği görüyoruz aslında.
“Hem dilde hem bedende hem bir öznenin ilişkilenebileceği her alanda tahakküm aygıtları yaratan öznenin kendiliğini kaybettiren bir iktidar.”
B.Ş.: İlk bölümde Keskin şiirindeki taşan çoğalan beden formunu tartıştık. Bu bölümde ise diğer beden formuna yani yok olan heba olan eksilen forma bakabiliriz. Bu anlamda ilk sorum, Birhan Keskin’in şiirinde bedenlerin yok olmasına yol açan sebepler nelerdir? Yok olurken özneler, isyanlarında hatta senin çalışmanda dile getirdiğin biçimde söylersek, dişil isyanlarında neler yaşıyorlar, neleri göze alıyorlar? Ve belki de Okan, burada çalışmanda da kullandığın kuramsal okumalara da gönderme yaparak bize biraz Foucaultcu anlamda Birhan Keskin’in şiirlerinde beden ve iktidar ilişkisinden bahsedebilirsin.
O.Y.: Bu eksik beden formu Keskin’in ilk kitaplarında da var ama bir sızıntı hâlinde var. Esas anlamıyla Cinayet Kışı’yla birlikte ortaya çıkıyor aslında, doğrudan zalim sevgili tipiyle ilgili. Ben bu zalim sevgili tipini Foucaultcu iktidarla birlikte okudum. Hem dilde hem bedende hem bir öznenin ilişkilenebileceği her alanda tahakküm aygıtları yaratan öznenin kendiliğini kaybettiren bir iktidar yani. “Bunun Keskin şiirlerindeki karşılığı nasıl, yani ne yapıyor bu muktedir sevgili?” diye sorduğumuzda ise, yaralıyor, kanatıyor, çarmıha geriyor, bedensel bütünlüğü bozuyor. “Taş Parçaları”nı hatırlarsak eğer, “omurgamı aldın benim/ omurgamı aldın/ niye” derken aslında o iktidarın temsil edilişini ve ona karşı isyanı son derece berrak bir şekilde görüyoruz. Bana kalırsa bu beden formunun en iyi örnekleri de bu şiirin içinde gizli. İktidarın sözü kuşatan tahakkümü için de en iyi örnekler yine burada. Sadece beden bozulmuyor, dil de bozuluyor, harfler uzuyor, kırılıyor, şekil değiştiriyor. Aşkın bedeni dönüştüren etkilerini bir anlatım tekniği olarak da okuyoruz yani.
“Soğuk Kazı’nın ikinci bölümünden itibaren Fakir Kene’yi de içine olan çok güçlü bir toplumcu damar var. Ama slogan yok bu damarda, inip kaldırım söken öfkeli bir ses yok…”
B.Ş.: Programımızın sonuna doğru yaklaşırken şunu sormak istiyorum: Birhan Keskin şiirin varlığını “dünyanın acıları herkese ulaşsın” diye kuran bir şair. Bir akademisyen olarak baktığında Birhan Keskin poetikasında böyle bir gerçeklikten bahsedebilir miyiz? Yoksa aşk ve beden meselesinde olduğu gibi yine bazı kitaplardan önce ve sonra diye bir tasnif yapmak gerekir mi? Nasıl değerlendirirsin?
O.Y.: Tabii bahsedebiliriz. Ama bunun ne zaman sistemli bir poetikaya dönüştüğünü soruyorsun sanırım. Yine burada ilk kitaplarda daha seyreltilmiş olduğundan bahsedebilirim. Ama bilhassa Soğuk Kazı’nın ikinci bölümünden itibaren Fakir Kene’yi de içine olan çok güçlü bir toplumcu damar var. Ama slogan yok bu damarda, inip kaldırım söken öfkeli bir ses yok veya, bu zamana kadar daha çok eviçlerinde ikili ilişkilerde yaşanan şiddeti (şiirde yaşanan şiddeti), iktidar manzaralarını dışarıya çıkaran, sokakta, mecliste, memlekette gezdiren, onu kan emmekten doymayan bir keneye dönüştüren ve sonra tekrar içeri alan, dolayısıyla bir girdap yaratan ses var.
“Minörün edilip eylenmesine karşılık majör olana itiraz etmesi ve bunu yaparken yüce bir dil kullanması neden eril (dil) olsun ki? O pratiği tersine çeviriyor, bence bu yüzde yüz dişil bir dilin inşası. “
B.Ş.: Bahsettiğin toplumcu damarın ya da bireyin iç dünyasının inşası ve hatta ifşası bağlamında senin çalışmanda da andığın Eksik Cinayetler şiirinden birkaç dizeyi anarak bir soruyla bitirmek istiyorum. “Kendine kucak arayan gövde, kendini yok eden gövde, yitirdin kendini işte” dizeleri bana sanki birçok meseleyi açmaya başlayabileceğimiz bir yer gibi görünüyor. Dişil isyan kurulurken kendini sorunsallaştırarak kendine bakan bir anlatıcı görüyoruz diyebilir miyiz? Kendi çalışmamdan da hatırlayarak söylemek istiyorum, yok olmak pahasına doğruyu söyleyen bir anlatıcı kurulduğundan bahsedebilir miyiz? Ya da daha geniş bir perspektife taşıyarak soracak olursam “Kadın Yazısı, Foucaultcu anlamda Doğruyu söyleme cesareti gösteren parrhêsiasteslerden oluşur” diyebilir miyiz?
O.Y.: Bence denilebilir, aslında çok da doğru olur. Hani konuşmamızın başında itiraz ettiğim bir nokta vardı ya, Keskin’in şiirlerindeki eril ifadeler meselesi. Senin sorunla yeniden düşünüyorum bunu. Bir hakikat var, bu hakikatin anlatıcısı var, ama anlattığı kişi kendisinden iktidar pratiğinde daha yüce bir noktada ve tamamen doğruları söylüyor bu anlatıcı onun karşısında. Kabul ediyorum, bir kutsal kitap dili var, ama “yaşam deneyimi” de denebilir buna. Minörün edilip eylenmesine karşılık majör olana itiraz etmesi ve bunu yaparken yüce bir dil kullanması neden eril (dil) olsun ki? O pratiği tersine çeviriyor, bence bu yüzde yüz dişil bir dilin inşası.